SİGORTAMEDYA / Özer Şimşek
Bizim kuşağın zamanında, yani 1970-90 arasında herkesin de bildiği bir söylemi hatırlatarak başlamak istiyorum. Üniversite öğrencisiyken yirmili yaşlarda sosyalist, otuzlu yaşlarda önce sosyal demokrat, ardından liberal demokrat ve kırklı yaşlarda kapitalist olursun derlerdi. Bugün elbette bu düşünsel evrimden söz edemezken, millenyum kuşağının bu kavramların ne anlama geldiğini dahi tam olarak bilmiyor olması hüzünlendiriyor.
Kapitalizm ve sosyalizm dualitesinin üzerinden uzun yıllar geçti. Sosyalizm, çok değil 30 yıl önce duvarların yıkılması ile başlayan sürecin sonunda Sovyetlerin dağılmasının ardından büyük bir yenilgiye uğradı. Sosyalizmin halen temsilcisi olduğunu iddia eden uluslararası toplum tarafından ciddiye alınabilecek iki rejim ön plana çıkıyor. Biri büyük küresel güç Çin, diğeri de Küba. Ne ki, Çin’in sosyalizm pratiği konusundaki tartışmalar üzerinden kitap değil, kitaplar yazılır. En azından yaklaşık 1.4 milyar Çinlinin refahını yükseltmesi açısından sosyalizmin bir rol oynadığı gerçeğini yok sayamayız.
Kapitalizme gelince; adı, türü ne olursa olsun, servet üretilmesi açısından 16. yüzyıldan başlayarak bir başarıdan söz etsek de, bunun dağıtımı bağlamında (ki böyle bir iddiası da yoktu aslında) dünyada ortaya çıkan bütün insani ve çevresel sorunların, bölgesel çatışmaların ve istikrarsızlıkların arka planında kapitalist sistemin olduğu da yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza duruyor. Ayrıca kimi zaman ürettiği katma değerin 2008’de ABD’de yaşanan mortgage krizinde olduğu gibi içi boş bir balon olduğuna da şahitlik ettik.
Geçtiğimiz 25 yılda ve özellikle 2001’den itibaren Çin’in Dünya Ticaret Örgütü üyeliğinin onaylanması ile birlikte küresel kapitalizmi iliklerimize kadar hissetmeye başladık. 2500 yıllık, küresel ticaret aktivite tarihinde mal ve hizmetlerin hiç bu denli kolay ulaşılabilir olduğu bir dönemi yaşamadık. Elimizdeki mobil telefondan Ali Exspress uygulamasından beş dolarlık bir küçük aparatı dünyanın öbür ucundan metroda giderken sipariş eder hale geldik. Aslında bu fark etmeden keyfini çıkardığımız müşteri krallığı devrinin yaşanmasında en büyük aktör Çin’di. Çin, akıl almaz bir üretim üssüne dönüşürken, dünya çok büyük bir arz ile karşı karşıya kaldı. Bu durumun sürdürülemez olduğunu, küresel kapitalizmin aslında nelere mal olduğunu kontrolsüz üretim, aşırı enerji tüketiminin, zincirleme, küresel ısınma, iklim değişikliği ve onun sonucu aşırı hava olayları ve ekstrem orman yangınları olarak deneyimledik. Bu felaketler halkasına pandemi de eklemlenince küresel kapitalizm nedeniyle dünyanın ticareten ne denli birbiri ile entegre olduğunu görme fırsatını elde ettik.
Aslında, pandemi bir nevi şapkamızı masanın üstüne koyup düşünme fırsatı da verdi. Son Davos zirvesinde “Paydaş Kapitalizmi” şu iki temel soruna çözüm bulmak adına gündeme getirildi.
1. Küresel kapitalizmden geri dönüşün mümkün olmaması ile birlikte, arz fazlasının artık varolan kaynakları hızla tükettiği ve küresel ısınmaya neden olduğu gerçeği. (Son dönemde her alanda arz düşüşü ve fiyat artışının yaşanması tesadüf değil elbette)
2. Üretilen katma değerin çok büyük bir oranının sadece hissedarlara akmasının artık sorunlar yaratmaya gebe olduğunun ortaya çıkması. İşte tam bu noktada Paydaş Kapitalizmi kavramı bu iki temel soruna çare üretmek üzere ortaya kondu.
PEKI NE ÖNERIYORDU?
• Ortaya çıkan katma değerin iç ve dış paydaşlarla daha adil paylaşılması gerektiğini,
• Üretim faaliyetinin her aşamasında sürdürülebilirliği destekleyen, doğaya, çevreye ve topluma karşı sorumlulukların farkına vararak daha iddialı inisiyatifler üstlenilmesi gerektiğini ortaya koyuyordu.
İlk maddeyi biraz da açarsak: iç paydaşlardan yönetim kurulunun, doğrudan belli alanlarda daha çok sorumluluk üstlenmesi, çalışanlara daha fazla yatırım yapılması, yetkinliklerin geliştirilmesi ve ücretlendirmede daha adil bir yaklaşımın benimsenmesi önerildi.
Dış paydaşlar olarak da bakıldığında: müşterilere yönelik değer önermelerinde uzun vadeli ve mutlak çıkarlarına odaklanmak, ayrıca tüm tedarikçilerin ve dağıtım kanallarının ortaya çıkan değerden, daha adil pay almalarının sağlanması gerektiği savlandı.
Örneğin, bir gıda üreticisinin artık hiçbir üründe genetiği değiştirilmiş (GDO) tahıl ürünlerinin kullanmayacağını deklere etmesi ya da bir sigorta şirketinin acentelerinin gelişimine odaklanacağını ve konuda somut bir planın ortaya koyması olarak değerlendirebiliriz.
Öte yandan şirketlerin yürütmekte oldukları ya da yürütecekleri kurumsal sosyal sorumluluk inisiyatiflerinden çok daha öte, faaliyetlerinin her aşamasında çevreye ve topluma karşı sorumluluklarını üst seviyede yerine getireceklerine dair sözler vermesi ve bunu tarihsel terminlere bağlaması gerekiyor. Örneğin bir otomobil üreticisinin, belli bir tarihten itibaren tüm araç tiplerini elektrikli araçlara çevirme taahhüdünü yine bu kapsamda bir yaklaşım olarak değerlendirebiliriz.
Yukarıda anlattığımız her 2 yaklaşımın, mutlak suretle somut olarak açıklanması, uzun vadeli bir termine bağlanması ve doğru bir iletişim ile deklere edilmesi gerekiyor.
Şimdi diyeceksiniz ki kapitalizmin iyisi olur mu? Kapitalizm değil mi ki, yerküreyi adım adım yaşanmaz hale getiren, gelir adaletsizliğini, yoksulluğu ve savaşları yaratan olgu? Hatta, yazıyı okudukça “yine kapitalizme yeni bir kılıf bulmuşlar.” diyenleri duyar gibiyim.
Yazılarımda olabildiğince okuyucularım için yeni sorular sorarak, bu yeni kavramlar üzerinden tartışmalar açmak istiyorum. Yani isteyen istediği yorumu elbette yapabilir. Açıkçası, bu yeni yaklaşım, yani paydaş kapitalizmi için, kapitalizmin bugüne kadar gördüğümüz en yumuşak ya da kabul edilebilir formu demekten kendimi alamıyorum.
Ötesinde, bu yeni kapitalizm formunu doğru okuyarak kendini uyarlayan şirketlerin, belki büyük sıçramalar ve büyük kar patlamaları yaşamayacaklarını, ancak başta müşteriler olmak üzere, çalışanlar, tedarikçiler, dağıtım kanalları ve toplum nezdinde daha itibarlı, daha sürdürülebilir büyüme ve kar performansının yakalayabileceklerini öngörmek mümkün.