23 Aralık 2024, Pazartesi
spot_img

21. Yüzyıl, Çin Çağı mı?

Çinli çalışan akademisyenler ve stratejistler, bu kocaman soruya yanıt arıyor. Geçmişin kadim uygarlıklarından birisi olan Çin’nin, sadece küresel bir süper güç olarak mı kalacağı, yoksa yerküre üzerindeki tüm coğrafyalarda ve hatta uzay çalışmalarında etki üreten, yön verebilen yeni tip lidere dönüşüp dönüşmeyeceği sorgulanıyor.

Çin ana karası, Milat’tan önce 2. yüzyıldan başlayarak, önemli uygarlıklara ve imparatorluklara sahne olmuş. Büyük yükselişe tanıklık eden Han Hanedanlığının epeyce ardından,1644’ten itibaren Çing Hanedanlığı gerilemenin ve bir anlamda sömürülmenin yaşandığı dönemin başlangıcı sayılıyor.

Sorunlu dönem, 1912 Çin Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile de sürüyor. 1949 sosyalist Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasına kadar devam eden, sürekli gerileyen, yabancıların istilası ve boyunduruğu altında ezilen bir büyük uygarlıktan söz ediyoruz. Olguların, tarihsel arka planlarının doğru okunması halinde, gelecek öngörüsünün ayakları yere basar bir tutarlılıkla yapılabileceğini düşünmüşümdür.

İşte Çin gerçeğini doğru okumak açısından şu 3 tarihsel arka plana dikkatinizi çekmek istiyorum. Çin, kadim, derin ve aynı zamanda ürettiği bilim ve sanatla, insanlık tarihine damga vurmuş uygarlıklardan birisi. Böylesine bir uygarlığın bakiyesi olan bugünkü Çin halk Cumhuriyeti’nde devlet aklının, 1644 – 1949 arasını, kabullenmekte güçlük çektiği türlü kaynaklarda yer alıyor.

1949 Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından üç kritik figür, Mao Zedong; kültürel ve ideolojik devrimi gerçekleştiren lider, Deng Şiaoping; ekonomik kalkınma devrimini gerçekleştiren lider ve nihayet bugün halen ÇKP’nin Genel Sekreteri ve Devlet Başkanı olan Şi Cinping; bu iki devrimi doğru sentezleyen ve 21. yüzyılda Çin’in küresel güç vizyonunu ortaya koyan kişi şeklinde bir genel liderlik çerçevesi çizebiliriz. Bu üç saptamadan hareketle, Çin’in Amerika’nın yedeğinde, dünyaya sürekli bir şeyler satarak, 1.4 milyar vatandaşının refahını yükseltmek amacıyla kalkınmaya çalışan ülke görüntüsünün yeterince gerçeği yansıtmadığı açık.

Kadim imparatorluk ve uygarlıklara ilişkin tarihin o aydınlık penceresinden baktığımızda, Amerika’nın 1950-1990 arası soğuk savaş dönemi; kısmi etkinlik üretebilen ve 90’dan itibaren de tek kutuplu dünyada 20-30 yıllık tek küresel aktör rolünü yeterince iyi oynadığını söylemek pek mümkün değil.

ABD’nin, son 15 yılda yaşadığı 2 büyük ekonomik krizi ve askeri geri çekilmeleri göz önüne alarak, 21. Yüzyıldan itibaren tek kutuplu liderliği sürdürebileceğine ilişkin soru işaretleri giderek belirginleşiyor. Tarihe baktığımızda Roma gibi imparatorluklar, fethettikleri yerlerde, kendi düzenlerini yüzlerce yıl sürdürdüler.

Oysa, Son 50 yılda ABD’ye baktığımızda, Vietnam ‘da ağır yenilgiye uğradı. Dibindeki Küba’da sosyalist devrimi engelleyemedi. Irak’ta düzen kuramadı, İran etkisini kabul edip, çekilmek durumunda kaldı. Yıllarca ambargo uyguladığı İran’a dize getiremedi. Suriye’de istediğini alamadı, Rus hakimiyetini kabul etmek durumunda kaldı. Afganistan’da harcadığı trilyonlarca dolara ve binlerce personel kaybına rağmen, kontrol sağlayamadı, bir havalimanını korumayı dahi beceremeyerek, ülkeyi Taliban adlı aşırı İslamcı milis örgütün kucağına atarak kaçmak durumunda kaldı.

Özetle, büyük coğrafyalar da kontrol sağlayabilen, uzunca süre jeopolitik etki üreten bir ülke seviyesine gelmek için askeri, ekonomik, teknolojik ve siyasi alanların tümünde eşzamanlı etki üretiyor olmanız gerekiyor. Gelin Çin açısından bunları birlikte irdeleyelim.

Askeri Güç

Merkezi 14 Haziran‘da gerçekleşen son Nato zirvesi’nde “Nato 2030: Yeni bir çağ için birliktelik” konseptinin içeriğinde “Çin’in gelişen ulusal yeteneklerinin, ekonomik imkanlarının ve askeri gücünün daha iyi anlaşılabilmesi, daha fazla zaman ve siyasi kaynak ayırmalıyız” gibi bir öneri 2030 belgesine geçti.

Bu,Türk basınının da gözünden kaçan ve doğru okunmayan bir toplantı çıktısı idi. Aslında Nato, Çin’in gerçek askeri kapasitesini bilmediğini itiraf ediyordu. Çünkü Çin, nükleer silah kapasitesi saklı kalmak kaydıyla, konvansiyonel askeri yeteneklerini her geçen gün biraz daha geliştirirken, savunma sanayiinde teknolojik üstünlüğü temel amaç olarak benimsedi. Başka bir ifadeyle, havacılık, füze teknolojisi, insansız araçlar gibi yeni çağın modern savunma konseptinde bambaşka bir modeli benimseyerek, yapay zekayı en etkin kullanan ülke durumuna geldi.

Üstelik bunu yaparken ürettikleri silahlara ilişkin, Rusya gibi şov yapmadı, detay vermedi, hemen satış listesine koymadı. İşte bu nedenle, Nato ve Batı ülkeleri tam olarak savunma kapasitesini bilmiyor ve yeterince analiz edemiyor.

Savunma uzmanları ister istemez, ortadaki harcama verileri üzerinden, ABD ile Çin’i kıyaslıyor. Bu kıyaslamada, Çin’in yıllık ortalama savunma harcaması 250 milyar $ seviyesinde iken ABD’nin bunun yaklaşık üç katı yani 700 milyar $’ın üzerinde olduğu ortaya konuyor. Ancak, ABD’nin nispeten eskiyen mevcut ağır askeri altyapısını modernize etmek ve savunma konsepti çerçevesinde, çok sayıda ülke için harcadığı paranın boyutunu kıyaslamak, Çin’in bütünüyle teknolojiye dayalı, daha odaklı harcanan 250 milyar $’ı bire bir kıyaslamak anlamlı sonuçlar vermiyor.

Örneğin hipersonik dronları, yani insansız savaş uçaklarını Batı’dan çok daha önce envanterine kattığı biliniyor. Öte yandan yüzyıllardır en büyük güç olan donanma kıyaslamasında, kimi uzmanlar ABD’nin 11 uçak gemisine karşılık Çin’in sadece bir adet uçak gemisine sahip olmasını kıyaslanamayacak bir güç üstünlüğü olarak değerlendiriyor.

Çin’in henüz bilinmeyen ancak üzerinde çalıştığı ve savaş anında devreye alabileceği tamamen radyo sinyallerinden bağımsız, radar ve sonar gibi uzak algı sistemlerine yakalanmadan hareket edebilen, bütünüyle yapay zeka ile hedefini bulup torpido ile imha edebilen denizaltıların, uçak gemilerinin korkulu rüyası olacağından söz ediliyor. Buna rağmen Çin’in çok sayıda, uçak gemisi projesi olduğunu biliyoruz.

Ekonomik Güç Merkezi

İngiltere merkezli Ekonomik ve İş Araştırma Merkezi yayınladığı raporda, Çin’in gayrisafi yurtiçi hasılasının (GDP), 2028’de ABD’yi geçeceğini belirtiyor. Gerekçe olarak Pandeminin kaynağı olan Çin’in dünyada bu salgını en az yarayla atlatan ülke olmasını gösteriyor.

Birleşik yıllık büyüme oranı (CAGR) yaklaşımı ile iki ülkenin büyüme oranları üzerinden yapılan analiz son tahlilde, Çin’in ABD ekonomisini 2030’da geçeceğini ortaya koyuyor. 2013 yılında Şi Cinping’in tarihi ipek yolunun 21. yüzyıl yansıması olarak ilan ettiği, “Bir kuşak bir yol projesi” için Çin’in satın aldığı, genişlettiği, dijitalize ettiği limanlar, lojistik üstleri, yollar gibi altyapı yatırımlarına harcadığı para 6,5 trilyon $’ı aştı.

Çünkü artık Asya Pasifik’teki ticari hakimiyetinin ardından, Afrika, Güney Amerika, Kuzey Amerika ve bir kuşak bir yol projesinin etkinliği her geçen gün arttığında batı Avrupa’ya yapılan ihracat paralel olarak devasa boyutlara ulaşacak gibi görünüyor.

Üstelik, AB ve İngiltere’nin bu ticarete yönelik rezervasyonu bulunmuyor. Bugün Amerika’nın Trump‘ın başkanlık döneminin son iki yılında ortaya koyduğu ticari savaşlardan hiçbir sonuç alamadığı gibi, Amerikan merkezli büyük küresel markaların kapitalist sistem üzerinden iktidara yaptığı baskı dolayısı ile ticaret savaşların sürdürülmesinin zor olduğu ortaya çıkıyor. Zaten Biden’ın böyle bir ajandası da bulunmuyor.

Yani Amerika’nın bu saatten sonra yeniden kendi kendine yeten ve üreten bir ülke konumuna dönmesi neredeyse imkansız. Artık hiçbir uzman, kapitalist piyasa sistemi gereği ne Apple’a, ne Nike’a ne de HP’ye çok yüksek maliyete katlanarak ABD’de üretim yaptırabilme seçeneği olduğunu düşünmüyor.

Öyle ki, Dünya Bankasının 2020 yılı için yayınladığı rapora göre, ABD’de 1990 larda yüzde 20’ler seviyesinde olan imalat sanayisinin toplam yurtiçi hasılaya oranı %11 lere kadar geriledi. 2020 Yılı için, Çin %26, Almanya %18 ve -merak edenler için- Türkiye %19’luk bir orana sahip.

Tabi eskiden bir ülkede GSYİH içinde hizmet sektörünün payını ne kadar yüksekse, ülkenin o kadar çağdaş ve gelişmiş olduğu değerlendirilirdi. Oysa bugün ulus devlet kavramının öne çıktığı bir dönemde ve Pandeminin yarattığı yeni normal, bütün uluslara şunu gösterdi ki, kendi kendine yeten bir gıda üretimi ve sanayiye sahip olmadıkça risk altındasın.

Öte yandan Çin, bugün Yuanı göğsünü gere gere devalüeedebiliyor. Çünkü hem gıdasını, hem de sanayi ürünlerini devnüfusa yetecek kadar üretiyor ve aynı zamanda teknolojik üstünlüğünü koruyor. Bugün için doların rezerv para olmasından rahatsız değil.

Ancak, Ekonomistler, anormal denecek büyüklükte para basan bir ülke, eğer dünya liderliğini Çin gibi bir ülkeye kaptırırsa, doların rezerv para olma niteliğini kaybedebileceğinden söz ediyor. Bu durumda, para tahtına yuan’ın (Renminbi) kripto parası geçerse şaşırmamak gerekir.

Teknolojik Güç Merkezi

Teknolojik üstünlük için sadece teknoloji ürünlerini üretebilen bir sanayiye sahip olmak yetmiyor. Teknolojiyi tasarlayan, her alanda etkin kullanan ve inovatif ürün geliştirebilen bir kabiliyete sahip olmanız gerekiyor. Bunun için, zeka düzeyi ortalamanın üzerindeki insanlara ülke içinde iyi eğitim verebilmeli yada ABD gibi ülkenize çekebilmeyi başarmalısınız.

Tabi burada, insan yetiştirmeye ilave olarak üniversite-endüstri işbirliği en kritik hususlardan biri. Çin on yıllarca İskandinav eğitim sistemini özellikle de Finlandiya’yı mercek altına aldı. Elbette, özgür düşünce ekseninde bireyin gelişmesini esas alan İskandinav eğitim sistemini, kapalı ve kendisine verilen görev çerçevesinde düşünmesi istenen bir eğitim anlayışına adapte etmek hiç kolay olmadı. Şunu biliyoruz ki, Çin eğitim modelini her geçen gün rejimin elverdiği ölçüde sürekli geliştiriyor.

Üstelik uzun vadeli planlama ile sistemin parçası olabilecek uygun insanları yetiştirebiliyor. Bugün İngiltere ve Amerika’nın üst seviyeli, en pahalı üniversitelerde yabancı öğrenci oranına bakıldığında Çin ilk sırayı alıyor. Devlet bursu ile eğitim gören bu gençler, ülkelerine dönüp katma değer üretiyor, yada akademisyen olup kendi insan kaynağını yetiştiriyor. Çin, dijital çağın yıldızı olmayı başardı.

Dijital teknolojiyi, devlet aygıtının bir enstrümanı olarak, savunma sanayinde ve rejimin güvenliği açısından en iyi kullanan ülke oldu. Bugün COVID-19 mücadelesinde ki başarısının sırrının altında, her sokağa yerleştirdiği kameralar üzerinden yüz tanıma teknolojisi ile başardı. Yani Covid-19’a yakalanan bir vatandaş sokağa çıktığında yüz tanıma teknolojisi ve yapay zeka onu cep telefonundan arayarak evine dönmesi için uyardı.

Dolayısıyla Çin bugün dünyada ABD’den sonra yapay zekayı en etkin şekilde kullanan ülkelerin başında geliyor. Öte yandan telekomünikasyon ve 5G teknolojisi konusunda bir dünya lideri. Üstelik dijital teknolojiyi savunma sanayisinde en etkin kullanan ülke durumunda.

Siyasi Güç Merkezi

Çin bugüne değin ABD’yi ve batıyı ürkütmemek için siyasi bir etki alanı yaratma konusunda çok sessiz ve derinden gitti. Özellikle Afrika’da ticaret yaparken Batı’nın geçmişte yaptığı gibi bir sömürü sistemi kurmadı. Latin Amerika’da yaptığı yatırımlarla ve yarattığı istihdamla büyük bir sempati yarattı.

Orta Doğu‘da Amerikan ağırlığını ve dengeleri gözeterek siyasette etkin bir rol üstlenmemişti. Ancak geçtiğimiz yıllarda İran’la geliştirdiği ilişki ve nihayet 2021 yılında imzalanan anlaşmalar çerçevesinde, gelecek 25 yıl içerisinde yapacağı 400 milyar dolarlık yatırım ile artık Orta Doğu denkleminde “ben de küresel bir aktör olarak varım” dedi.

Aslında bu Çin açısından da, dünyada farklı coğrafyalarda yatırım ile başlayarak siyaseten pozisyon almak anlamına geliyor. Bu sayede, Ambargolar altında yıllarca ezilmiş bir İran’ı kanatları altına almak suretiyle, hem kuşak yol projesinin bir ayağını güvence altına alıyor, aynı zamanda gelecek on yıllardaki petrol ve doğalgaz gereksinimi karşılayabilecek adımları atıyordu.

Bu gelişmenin ardından, İsrail için en büyük tehdit olan İran’a uzun vadede, ABD ve İsrail’in ortak operasyon olasılığı büyük ölçüde azalmış olduğunu söylemek sanırım hatalı bir değerlendirme olmaz. Afganistan’da ABD’nin boşalttığı alanın, Çin tarafından doldurulması muhtemel görünüyor.

Orta koridor için Pakistan ile işbirliği ile harcayacağı 62 Milyar dolarlık projeye Afganistan’ı da dahil etmek istiyor. Açıkçası “Afganistan elden gidiyor, burası Taliban kontrolünde terör üreten bir coğrafyaya dönecek” endişesini hem ifade edip, hem de hiçbir adım atamayan Batı’ya ne demeli? Böyle bir dönemde, Çin’in Taliban ile anlaşacağına kesin gözü ile bakılıyor.

Afganistan işgali, SSCB için adeta bir yıkım ve bir o kadar da rejimin sonunu getiren faktörlerden biri haline gelmişti. SSCB işgali sırasında destek verdiği milis kuvvetlerle girdiği savaşta kaybeden ABD’nin ardından, Çin’in bu hamlesinin ne denli pragmatik ve sonuca dönük olduğunu gördükçe siyasi güç merkezi konsepti daha iyi anlaşılıyor.

Bir kuşak, bir yol projesini sadece, bir ihracat lojistik hattı olarak görürsek, Çin’in siyaseten bu alan boyunca yaratmayı amaçladığı etkiyi ıskalamış oluruz. Şi Cinping’in, parti kongrelerinde ve birçok farklı platformlarda yaptığı konuşmalara ve içeriklerine baktığımızda, yukarıda anlattıklarımın bir imparatorluk geleneği ve aklının imbiğinden geçmiş somut bir devlet vizyonu olduğunu ve Çin’in yeni dünya liderliğine soyunduğunu görebilmek mümkün. Son söz olarak, yazının başlığında sorduğum sorunun yanıtını okuyucularıma bırakıyorum.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

SON EKLENEN HABERLER