Haziran ayının ortasında dünya hazin sonlu bir olaya şahit oldu. Titanik’in Atlas Okyanusu’ndaki batığına turistik amaçla sefer yapan OceanGate şirketine ait Titan adlı denizaltı, 18 Haziran tarihinde kayboldu. Bütün arama kurtarma çalışmalarına rağmen denizaltının enkazı 4 günün sonunda bulundu. İçinde bulunan 5 kişi ise hayatını kaybetti. Daha sonra yapılan açıklamalar Titan isimli aracın deniz altındaki yüksek derinliklere dayanıklı olarak inşa edilmediği gerçeğini ortaya koydu. Denizaltının tasarımcısı, yenilikler yaratmak uğruna basit fizik kurallarını hiçe saymış ve büyük bir felakete neden olmuştu.
Doğanın kanunlarına karşı geldiğimizde olumsuz sonuçlarla karşılaşabiliyoruz. İnsanın doğaya müdahalesinin pek çok açıdan riskli sonuçları olmuştur.
Kedileri şeytanın sembolü gören papalar vardı!
1405-1417 yılları arasında papalık yapmış V. İnnocentius, (Juan de Torquemada) kendisinden önceki papaların aksine kedileri şeytanın sembolü ve cadıların hayvanları olarak gördü. 1484 yılında kedilerin öldürülmesi ya da kovulmasını emreden bir kararname yayınladı. Bu kararnameye uyulmasını sağlamak için de rahipler yerel halka kedilerle savaşmaları gerektiğini vaaz ettiler. Ancak, bu yasaklar ve kedilerin yok edilmesi sonucunda fare popülasyonu kontrolsüz arttı. Fareler de veba hastalığının temel taşıyıcılarından olduğu için büyük bir veba salgını patlak verdi. Buna ‘Kara Veba’ (Black Death) adı da verilmiştir. Papanın getirdiği yasaklar neticesinde fareler kontrolsüz arttı ve fareler ile nohut faresi vebanın temel bulaşıcılarından oldu. Büyük veba salgını, 1348’de başlayıp yaklaşık on yıl sürdü. Yaklaşık 75 milyon Avrupalı bu salgından öldü.
Endüstrileşme döneminde kirlenen hava ve su tarihte birçok salgın hastalığa neden olmuştur. Özellikle kentleşmenin hız kazandığı 19’uncu yüzyılda kolera, tifo gibi salgınlar sıkça yaşanmıştır. 1970’li ve 1980’li yıllarda ozon tabakasına verilen zararlar ve ozon delikleri gelecekte daha şiddetli güneş yanıkları, bazı kanser türleri, tarım ürünlerinde düşüş gibi tehditleri beraberinde getirmişti.
Son dönemde iklim değişikliği ve küresel ısınmanın yol açtığı sel, kuraklık, çölleşme, kasırga, orman yangını gibi afetler ve doğal hayat üzerindeki olumsuz etkileri sıkça görülmektedir. Özellikle şehirleşmenin hız kazandığı günümüzde bunun her sel felaketinde ülkemizde örneğini görüyoruz. Dere yataklarına kaçak inşaatlar yapılıyor. Ancak, seller ve şiddetli yağışlar sonucu bu binalar zarar görüyor ve çoğu zaman yıkılıyor. Yaşanan bu olaylarda maalesef can kayıpları bile oluyor. 2019’da Kastamonu’da sellerde yaklaşık 9 bin ev ve iş yerinde hasar meydana gelmiş, maddi zararın 8 milyar TL’yi bulduğu açıklanmıştı.
Doğaya müdahale felaketlere yol açıyor
Doğaya saygılı ve dengeli müdahaleler hem insan hayatı hem de ekosistem dengesi açısından önemlidir. Ancak, insan merkezli yaşam tarzı, doğanın kendi ritmi ve limitleri göz ardı edilerek yapılan müdahaleler bazen felaketlere neden olabilir. İnsanın doğayla uyum içinde yaşayabilmesi, doğanın kendi ritmine ve sınırlarına saygı duymayı gerektirir. Ekolojik dengenin bozulmaması, yerli flora ve faunanın korunması, doğal kaynakların israf edilmemesi öncelikli hedefler arasında olmalıdır. Ancak, insan merkezli yaklaşım doğanın kendi değerine ve önemine yeterince saygı gösterememektedir. Doğanın sadece insanın ihtiyacını karşılayan bir kaynak olarak görülmesi doğal dengeyi bozacak, felaketlere zemin hazırlayacak bir anlayıştır.
İnsan ve doğa ilişkisi dengesiz olunca, tarihte defalarca olduğu gibi ekolojik felaketler, salgın hastalıklar ve doğal afetler kaçınılmaz olmaktadır. Bu yüzden gerçekten sürdürülebilir bir gelecek için insanın doğayı salt bir kaynak olarak değil, özgür ve değerli bir varlık olarak görmesi, onun ritmine uyum sağlaması önemlidir. İnsan ile doğa arasında dinamik bir uyum kurulduğunda hem insan refahı hem de doğanın sürekliliği mümkün olabilecektir.