Günümüzü değerlendiren düşünürler, önemli bir tespit yapıyorlar. Artık, sosyal medyada inşa ettiğimiz kimlikler, gerçek kimliklerimizin yerini almaya başlıyor!
Gerçek hayattan da tanıdığımız insanlarla karşılaşmamızda, artık onun sosyal medyadaki gibi davranmasını bekliyor ve talep ediyoruz. Orada paylaştığı fıkralardan anlatsın. Bizi fotoğrafını paylaştığı kafeye götürüp, resimdeki insanlarla tanıştırsın… Bu taleplerimiz karşılanmadığında da afallıyoruz. Sanki uzun zamandır görmediğimiz ve iletişim kurmadığımız biri gibi geliyor o anda… garipsiyoruz.
İlk bakışta korkunç gibi geliyor değil mi? Artık sanal dünyaların içine mi çekildik? Bu çok zalimce bir tespit gibi geliyor.
Fakat durun!..
Kaç insan kendisi olabildi ki?
Bazı düşünürler de bunun aslında çok da korkulacak ya da garipsenecek bir şey olmadığını söylüyor. Evrimleşe evrimleşe geldiğimiz noktalardan biri bu diyorlar…
Ve ekliyorlar…
“İşin aslına bakarsanız biz hiçbir zaman gerçek olamamıştık ki zaten!”
İkna edebilecek bir örnekleri var… Hadi gelin internetin olmadığı döneme gidelim. Evden dışarı çıkarken, en şık kıyafetimizi giyiyorduk. Kadınlarımız sokağa yataktan kalktıkları halde çıkmıyordu ki, makyajı, kuaförü vs… Hele o iş dünyası… o dünyada asırlardır kaç tane insan ‘kendisi’ olabildi ki? Herkes bir role bürünüp o rolün kostümlerini giyiyor ve dışarıda yakınlarıyla buluşuyordu. Peki bunun bugünkünden ne farkı vardı? İnternetin olmadığı dönemde de sokakta gezinen avatarlarımız değil miydi?
Mesela çok önemli bir şirketin CEO’su olunduğunu düşünelim. Uymak zorunda olduğunuz bir sürü yaşamsal iş kuralları yok muydu? Gerçek hayatta dönüp yüzüne bile bakmayacağınız insanlara karşı Yusuf Peygamber sabrı göstermiyor muydunuz? Ha o zamanki yapmacık siz, ha şimdiki sosyal medyadan yansıttığınız ve yine sizin seçiminiz olan insan… ne farkı var ki?
Ya peki, cidden de ‘gerçek’ olunmalı mı? Bu soruya farklı cevapları verenler var elbette… ama onların kendisi ne kadar gerçek? Yoksa bizim asıl gerçek kimliklerimiz sosyal medyadaki mi?
Yenilik ihtiyaçtan doğar
Şöyle düşünelim… internet teknolojisi bize daha önce asla bulamayacağımız bir imkân verdi. Hepimiz birer Süpermen gibiyiz. Bir tarafımız İstanbul’daki yakınlarıyla aile anıları paylaşırken, öbür yanımız iş dünyamızdaki arkadaşlarımızı ağırlıyor; bir başka yanımız hiç tanımadığı insanlarla kendini bir sosyal sorumluluk projesinin içinde bulurken, öbür taraftan mesela bir konser keyfini paylaştığımız dostlarımız da var… ve bunların tümü AYNI ANDA! gerçekleşiyor. Şükürler olsun ki internet var! Eskiden her biri için ciddi çaba sağlamanız gerekirdi. Bir de, asla aynı anda olamazdı elbette. Belki de…evet belki de, cidden olmak istediğimizi yaşıyoruz. O vakit asıl gerçek kimliğimiz, bu sosyal medyadaki kimliklerimiz olabilir.
Benim bu konuda netleşmiş bir fikrim yok. Sadece kendimi ve çevremdekileri izlemekle meşgulüm. Fakat kafam ciddi oranda karışıyor.
Kulağıma yerleşmiş bir söz de cabası: “Faziletlerin anası ihtiyaçlardır!”
Yani, insanoğlunun hayatına giren her yenilik, aslında ona ihtiyaç olduğu için gelmiş, sırasını beklemiş ve dünyamıza sızmıştır. Bu açıdan bakınca Sosyal Medya da, bir ihtiyacın getirdiği bir aşama gibi duruyor