Sigortamedya Odak Noktası Yazarı Özer Şimşek
Aslında, AB serüveni, 1958 yılında başlıyor. Bu tarihte kurulan AET’ye 1959’da ortaklık başvurusunda bulunuyoruz. AET bakanlar konseyi başvuruyu kabul ederek 1 Aralık 1964’te yürürlüğe giren Ankara anlaşmasıyla teyit ediyor.
Genç Türkiye Cumhuriyeti, OECD, NATO gibi uluslararası örgütlerin üyeliklerinden sonra Avrupa Birliği katılımını bir medeniyet projesi olarak gördü ve bu konuda samimi bir çaba ortaya koydu.
10-11 Aralık 1999 Tarihinde Helsinki’de gerçekleştirilen Avrupa Konseyi zirve toplantısı Türkiye AB ilişkileri açısından bir dönüm noktası olup, toplantıda Türkiye’ye eşit adaylık statüsü verildi.
3 Ekim 2005 tarihinde resmi müzakere süreci başladı. Ancak, 35 başlıktan oluşan ve bugüne kadar açılan 16 başlıktan biri dışında tamamlanan yok. Hatta bilim ve araştırma başlıklı bir numaralı başlık da geçici olarak kapatıldı. 35 başlıktan 8’i AB konseyi tarafından Güney Kıbrıs Rum Yönetimine (GKRY) karşı tutumumuz nedeniyle bloke edilirken, 6 başlıkta bizzat GKRY tarafından bloke edildi. Yani bir arpa boyu mesafe kat edilmedi. Burada “tek sorumlu AB midir?” sorusunun yanıtı çok net bir şekilde evet. AB, 1994’de Annan Planına Türk tarafı evet derken, planı reddeden GKRY’yi adanın tek temsilcisi gibi görerek Yunanistan’ın genişlemeyi bloke etme şantajı nedeniyle üye olarak kabul etti. Rumların dolaylı, dolaysız bloke ettiği maddeler dışında kalan başlıklarda yine ipe un seren AB oldu.
Sürecin bu kısa özetinin ardından, yazının başında belirttiğimiz, medeniyet tanımını birkaç açıdan irdelemekte fayda var. İngilizce “civilization” diye sözü edilen uygarlıkla medeniyeti birbirine karıştırmamak gerekiyor. Uygarlık insanlığın doğayla mücadelesindeki başarıları çok daha uzun bir zaman aralığında ele alırken, benzer bir anlama gelse de, medeniyeti daha kısa bir döneme yönelik değerlendirme olarak görmek gerekir. Medeniyet, en basit şekli ile toplumun, kültürel, sanatsal, yönetimsel, bilimsel ve teknolojik birikimi ile ürettiği her şeyin bir kent yaşamı sistematiğine dönüştürmesi şeklinde tanımlanabilir. Öte yandan, medeniyet her zaman refah ve konfor sağlamaz. Örneğin, Tokyo’da sabahın 7’sinde sıkış tıkış, metroya binen milyonlar için yada ABD’nin merkezinde New York’da sağlık sorunu yaşayan bir ABD vatandaşının yeterli sağlık sigortası olmadığı için hak ettiği sağlık hizmetini alamadığı bir kenti gayri-medeni ilan edemeyiz. Geçenlerle bir arkadaşımla bu konu üzerinde sohbet ederken, “İyi de medeniyet dendiğinde sadece bunlar mı anlaşılmalı? Kültürel birikim, demokrasi, insan hakları boyutu yok mudur? Ben, yaya geçidine geldiğimde duran araçlar, kadın cinayetlerinin olmadığı, polis şiddetinin olmadığı, hukuk devleti ve adil yargılamanın olduğu bir ülkeye medeni derim” demişti. Elbette bunlara katılmamak mümkün mü? Bunlar aslında, biraz kültürel birikimle ilintili. Diğer bir yanı ile, Fransa’da Sarı yelekliler olaylarında, polis şiddeti ile 11 kişinin (bazı kaynaklara göre sayı 18’e çıktı) hayatını kaybettiği, Katalonya bağımsızlığı girişimi olaylarında İspanyol polisinin ağır şiddet içeren müdahalesi sonucu 900’ün üzerinde kişinin yaralandığını, rapor edilmese de Barcelona mahreçli haberlerde 5 kişinin hayatını kaybettiğini, ABD’de her yıl sadece polis şiddeti ve kurşunları ile 1.000’e yakın insanın öldüğünü nereye koyacağız? Medeni bir toplum için, eşit ve iyi sağlık hizmeti almak en temel hak iken, yine NY’de yaşayan bir arkadaşım, Covid 19 pandemisi esnasında insanların güvencesi olmadığı için hastanelere müracaat dahi edemeden evlerinde ailece öldüklerini ve kokan cesetlere günler sonrasında ulaşıldığının bizzat şahidi olduğunu söylüyor. Peki ya, İtalya? İngiltere? Sağlık sistemi çöktü. Pandemide, ABD’de 1.168.000, İngiltere’de 227.000, İtalya’da 190.000, Almanya’da 174.000, Fransa’da 167.000 kişi hayatını kaybetti. Yine medeniyetin beşiği, ABD’de, sadece 2023 yılı 6 ayında bireylerin ateşli silahlarından çıkan kurşunlarla masum, sivil ve çoğu çocuk hayatını kaybedenlerin sayısı 17.737’yi buluyor. Buna rağmen silah edinme yasası Demokratların iktidarına rağmen değişmiyor, değişemiyor. Arkadaşımın yaptığı yorum üzerine ben de soruyorum: Burası mı medeni ülke?
AB’yi bir medeniyet projesi olarak görmemizin başka bir nedeni de, bilim, teknoloji ve üretim merkezi olması. 19. Yüzyılda, sanayi devrimini gerçekleştiren Batı, 20. yüzyılın son çeyreğine kadar üretim üstünlüğünü de elinde tutarken, son çeyrekte bu üstünlüğü kaybederek 21. yüzyıla geldiğimizde, üretim merkezi olmaktan çıktı.
İlginçtir, Batı’yı kıta Avrupası, İskandinavya ve Birleşik Krallık coğrafyası bütününde ele aldığımızda, artık teknoloji üretme bağlamında da 21. yüzyılda Amerika’nın ve Çin’in oldukça gerisinde kaldığını da ifade etmek durumundayız.
1991’de SSCB’nin dağılmasının ardından, 2 önemli tez ortaya atıldı. Bunlardan Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezini küreselcilerin 21. Yüzyıldaki hedeflerine ulaşmak üzere attıkları ilk adım olarak görenlerdenim. Oysa, Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezinin bugün halen geçerliliğini koruduğunu ve 11/09 Trajedisinin ilk olay olduğunu, halen bu çatışmanın yoğun bir şekilde devam ettiğini, bir önceki yazımda sözünü ettiğim Fransa olaylarında görüyoruz. Huntington, medeniyetin daha çok din ve kültürel boyutunu ele alıyor. Batı, kudretinin zirvesinde iken, diğer medeniyetlerle girdiği ilişkide sürekli tepeden baktı ve ötekileştirdi. Kültürel farklılıkları, etnisiteyi ve dini farklılıkları yok saydı. Sonuçta, Batının bireyci, liberal, anayasacı, eşitlikçi, serbest piyasacı, tavrı karşısında İslami, Konfüçyen, Hinduist, Budist veya Ortodoks kültür dışlandı. İşte tüm bunlar Huntington’ın medeniyetler çatışma tezini destekliyor ve paradigma her geçen gün daha derinleşiyor. Bugün, ayyuka çıkmış mülteci sorunsalı salt bu nedenlerle çatışma iklimini körüklüyor. Öyle ki, ırkçılığın tavan yaptığı bir dönemde, birçok arkadaşımın -özünde ideolojik nedenlerle- çocuklarına “kaçın gidin bu ülkeden evladım” telkininin sonrasının iyi hesaplanması gerekmez mi? Tüm bu gerçekliklere rağmen, eğer çocuğunuzun kabul görecek özel bir sanat yada spor yeteneği yoksa, alanında akademik ve iş hayatında sofistike bir buluş yada özel bir uzmanlığı yoksa, AB üyesi hiçbir ülkede ortalama Türk vatandaşının, AB ülke vatandaşı ile eşit koşullarda yaşaması mümkün değil.
Bu açılardan bakıldığında bugün için Avrupa Birliği’ni bir medeniyet projesi olarak görmenin gerçekçi olmadığını değerlendiriyorum. Ulaşımdan, altyapıya, sağlıktan, sanata, eğlenceye, çağdaş bir kentte yaşamak bağlamında baktığımızda, elbette Avrupa kent dokusu ve mimarisi ile Türkiye’deki çarpık kentleşmenin çok üstündeyken, saydığımız hususlarda, ülkemiz için, Avrupa’nın çok gerisindedir diyebilmek ne kadar doğru?
AB, bugün insanlık tarihinin en büyük barış ve birlik projesi olarak lanse edilse de, Covid 19 Pandemisi ve Ukrayna-Rusya savaşı yarım yüzyıllık projenin amacına yeterince ulaşamadığını gösteriyor.
Bakın birkaç örnekle açıklamaya çalışayım.
- AB üyeleri, sosyal devlet kavramı bağlamında toplumuna tam bir sağlık güvencesi ve paralelinde nitelikli sağlık hizmeti sunamadı. Pandemide İtalya, İspanya, Fransa gibi ülkelerin yaşadıkları sınamalar bunu somut bir şekilde ortaya koydu.
- Avrupa Birliği ülkelerinin Avrupa birleşik devletlerinin ilk adımı olarak ortaya koydukları ortak dış ve güvenlik politikası (ODGP) geliştirmek üzere ODGP yüksek temsilciliği ihdas edildi. Yüksek temsilci, özellikle dış politikada hiçbir şekilde etkin bir temsil yetkinliğine ulaşamadığı gibi, kurucu ülkeler, temsilci ile bu kritik yetkiyi paylaşmaya yanaşmadı. İngiltere’nin birlikten ayrılmasının ardından esir bir Almanya ve birliğin en güçlü askeri güçleri Fransa, İtalya ve İspanya gibi ülkeler dahi, 5.000 kişiden oluşan bir Avrupa ani müdahale gücünü oluşturmayı başaramadı.
- Avrupa birliği müktesebatı gerek konsey, gerek komisyon, gerekse parlamento içerisinde sıkışarak hantal bir yapıya dönüştü. Üye ülkeler, kendi iç sorunlarında müktesebatla düzenlenen hususlarda karar almakta gecikerek, bir nevi hantallaştı.
- AB, Birliğe yeni katılan ülkelerden İspanya, Portekiz ve Yunanistan gibi ülkelere ekonomik olarak kalkınmalarına öncülük ederken, daha sonra birliğin hızlı genişlemesinin ardından diğer küçük ülkelerin kalkınmasında etkin rol oynayamadı. Bazı Güneydoğu Avrupa ülkeleri, balkanlarda Bulgaristan, Romanya gibi ülkeler refah seviyesinin dengelenmesi noktasında yeterli desteği alamadılar.
Dolayısıyla, AB vizyonu Türkiye için fazlasıyla soru işareti içeriyor. Avrupa Birliği halklarında artan ırkçılık, Güney Kıbrıs’ın haksız üyeliğinin ardından ortaya çıkan defacto durum ve Avrupa Birliği’nin taraflı, iki yüzlü tutumu dolayısıyla Türkiye’nin üye olması olasılığı % 0 kadar nettir. Dolayısı ile, Türkiye’yi yöneten devlet aklının bunun fazlasıyla bilincinde olduğunu kabul etmek gerekir.
O halde, Cumhurbaşkanı’nın son dönemde halen AB projesinde ısrar ediyor olmasının ne anlama geldiğini, 3 temel beklentiye dayalı olarak açıklayayım. Bunlardan ilki, aleyhimize hususlar içeren, Gümrük Birliği anlaşmasının güncellenmesi, ikincisi, halen ihracatımızın % 40,6’sını gerçekleştirdiğimiz birlik üyesi ülkelerle iyi ticari ilişkilerimizi sürdürmek ve 3. sü, T.C. vatandaşlarının geri kabul anlaşması çerçevesinde vizesiz seyahat edebilmesinin sağlanması. Açıkçası, vize engelinin kaldırılması olasılığının son derece düşük olduğunu ifade etmeliyiz.
Sonuç olarak, AB üyeliği, Türkiye için, bir perspektif ve gelecek projesi olma niteliğini hiçbir zaman kazanmadı. Oysa bir araç olma özelliğini halen koruyor.
Merhaba,
Annan Planı’nın tarihi 1994 değil 2004’tür.