4 Kasım 2024, Pazartesi
spot_img

İsmail Kızılbay karantina günlerini yazdı

Maher Holding İletişim ve Pazarlama Başkanı Dr. İsmail Kızılbay, QBlog’da yayınlanan makalesinde karantina günlerini yazdı. Kızılbay’ın “Karantina Günlerinde Aşk, Televizyon, Yemek ve Telefon” başlıklı makalesi şöyle…

Bana daha çok bir kahve ismi gibi gelen “Corona” malesef bir virüsün adı. İsmi değil ama kendisi korkutucu olan bu salgının sağlığımıza doğrudan etkisi dışında, sosyal-kişisel hayatımızdaki etkileri pek yüksek sesle ele alınmadı. Ortada “hayat” olduğu için ve ona doğrudan saldıran bu virüs, tabi ki içimizdeki korkuları ve ekonomiyi daha fazla etkiledi. Mühendis mantığı ile yönetildiğimiz için rakamlar ve rakamların etkileri her zaman olduğu gibi yine ön planda oldu.

Küresel çapta etkili olan bu salgın, kafamıza filmlerle sokulan salgın algısından farklı bir etki yarattı. Ortada zombi gibi gezenler yoktu ama dünya çapında milyonlarca insan hayatını kaybetti. Hayatta her şey filmlerde olduğu gibi ilerlemiyor. Oysa yılladır izlediğimiz salgın temalı filmlerde durum farklıydı. Pandeminin ilk zamanlarda, durumunun son derece ciddi olmasına rağmen nasıl sokakta gezdiğimi ve benim gibi binlerce insanın bunu nasıl yaptığını algılamakta zorluk çektim.

Sanki bir tarafımız bu salgını pek ciddiye almıyordu. Korku bir türlü olması gereken noktaya yerleşemedi. Salgın karşısında kişisel tavır ön plana geçti. Belki zorunluluktan belki de içimizdeki korku tuşlarına yeterince sert basmadığımız için, bilmiyorum. Uzun süren karantinalar, akşam kısıtlamaları ve tabi ki hafta sonları…

Hayattan zevk alma

Bu kısıtlamalar evlerimizde daha fazla zaman geçirmemizi sağladı. “Sağladı” diyorum çünkü her ne kadar gezmeyi sevsem de ben aslında daha çok bir “ev insanıyım”. Kitaplarımın, kağıt-kalemin ve parfümlerimin olmadığı hiç bir ortam bana tam anlamı ile konfor sağlayamaz. Önceden ben evde, insanlar sokakta iken; balkondan gezen insanlara bakıp “belki sen de daha çok sokakta olmalısın” derdim. Sanki bir şeyleri eksik ve yanlış yapıyormuş gibi… Dışarıda olmak ve gezmek daha çok “özgürlük” ve “hayattan zevk alma” ile eşleştirildiği için bunu normal karşılıyorum. Her ne kadar iletişim alanına yıllarımı vermiş olsam da bu benim popüler kültür atmosferinden bağımsız ve uzak bir hayat yaşadığım anlamına gelmiyor.

Peki evlerimizde bu kadar çok zaman geçirdiğimiz dönemlerde neler oldu? Elimde bir araştırma yok ve sadece kişisel alanımın sağladığı bilgi ve gözlemlere dayanarak yazacağım. Bunu ise bazı kelime ve isimler etrafında yapacağım. Umarım bizleri birçok bakımdan derinden etkileyen ama hepimizin aynı şekilde bunu algılayamadığı süreç sona erer ve özlediğimiz eski günler geri gelir.

Bu günlerin farkında olduğumuz-olmadığımızı sayısız etkisinin olduğunu ve bunları zamanla keşfedeceğimizi düşünüyorum. Neleri özlemedik ki? Tam olarak fark etmeden yarım ve eksik hayatlar yaşıyoruz ama en azından elimizde halen eksikte olsa hayat olduğu için sadece yutkunup ilerliyoruz.

Böylesi durumlarda hem içli hem de eğlenceli şarkıları dinlerim. Favorilerimden birisini isterseniz birlikte dinleyelim. Açın Youtube’u ve hem dinleyin hem okuyun; Cezayirli Rachid Taha‘dan, Ya Rayah ile devam edelim. Eğer Taha’nın hüzün düzeyi yeterli gelmez ise İran’dan Mohsen Yeganeh‘den Behet Ghol Midam olabilir.

TELEVİZYON: Blacklist ve Lupen

Bu cihaz ile aramdaki ilişki, anlaşamayan ama ayrılmayan kadın-erkek ilişkisine benzer. Kendimi bildim bileli evde hep bir televizyon vardır. Sadece markaları değişti; siyah-beyaz, Blaupunkt, renkli, Sony Trinitron, LCD Sony, Led Samsung… Tersini düşünmek bile garip bakışlar ile karşılaşmama neden olmuştur. Çünkü hem iletişim alanına yıllarımı verdim hem de yıllarca televizyonlarda yöneticilik yaptım. Evin en önemli köşesini işgal eden, düzenin bile ona göre ayarlandığı, bazen her odayı işgal edecek kadar sayıları artan bu makine ile ilişkimizi dikkatli şekilde kurgulamamızı gerekiyor. Bir evde televizyon olmaması garip karşılanır genellikle. Ama bu ayrı bir yazı konusu.

Karantina günlerinde televizyon ile ilişkime biraz daha yakından baktım. Evde yalnız olduğum için televizyonu istediğim gibi kullanabiliyorum. Genellikle eve girdikten yarım saat sonra açıyorum ve yatana kadar açık kalıyor. Gerçek anlamda kulağım ve gözüm onda olmadığında evde sanal bir kişi-hayat havası yaratıyor. İnsanların olmadığı evleri “ölü ev” olarak görürüm.

Tek kişinin yaşadığı evler ise sadece o kişi evde ise bir eve dönüşür. Yoksa bir otel gibidir gözümde. Tüm hayatım boyunca çocukların koşturduğu bir ev hayal ettim ama sanırım hayallerim kendi içinde kayboldu, hayal oldu. Hayal, hayal içinde nasıl mı kaybolur; Christopher Nolan’ın, ” Inception” filmini izleyin.

Fazla kurcalamadan özetlemem gerekirse, televizyon evde yalnız olmadığımı bana hissettiren bir makine. Kullanımım ise yaklaşık olarak şöyle oluşuyor; yüzde 50 Youtube üzerinden müzik, yüzde 40 Amazon ve Netflix dizileri, yüzde 5 haber, yüzde 5 futbol maçları. Böylece açık olduğu sürenin yarısında televizyonun suratına bakmıyorum, dinliyorum. Ses benim için halen en konforlu medya durumunda. Dinlerken başka şeyler yapabiliyorum. İzlerken ise teslim alınıyorsunuz.

Dizilerde ise karakterlere takıldığımı fark ettim. Konular, sadece uygun karakterler ile birleştiğinde ilginç hale geliyor. Bir aşk hikayesinin aşık olunacak bir kadına ihtiyaç duyması gibi. Bu ise sadece güzellik ile olmuyor. Blacklist dizisinden Raymond Reddington‘un ciddi bir konuya girmeden önce alakasız bir mesele ile ilgili tutkulu şekilde yaptığı konuşmalar ve istediği sonucu almak için ters-senaryo diyeceğim şekilde yaptığı planlamaları çok sevdim.

Proust hayranı, kaliteli yemeğe meraklı, antika kovalayan ve ırkçılık konusundan şık şekilde sıyrılmış bir Dembe-Raymond ilişkisi. Tereddütsüz tetik çekebilen bu karakterin, sevdiği kişiler karşısındaki sadakat ve eski yaşanmışlıklar üzerinden kurduğu ilişki harika. Normal hayatta olması mümkün olmayan her şeyin bir araya gelmiş hali… Dizinin diğer ayrıntılarını pek hatırlamıyorum. Lupen hoşuma gitti ama bölüm beklemek bana göre değil. Lupen karakterini sevdim. Sempatik adam. Sadece sürekli kıyafet ve görüntü değiştiren bir karakterin fazlasıyla dikkat çekecek şekilde iri bir adam olması ilginç geldi.

Haber konusu daha karışık. Oradaki durumumu sucuk-salam fabrikalarına makine satan arkadaşımın yaklaşımı ile açıklıyorum. Bana “Nasıl üretildiklerini bir görsen bir daha sucuk-salam almazsın” demişti. Yıllarca “haber-içerik” üretimi ile uğraştığım için benim için de burada durum farklı değil. Sizin yerinizde olsam fazla haber tüketmem.

Olmayan markalarını tamamen yok etmek için ellerinden gelen her şeyi yapan futbol dünyası ise zaten uzun süredir bendeki önemini kaybetmişti. Sadece Beşiktaş’ın, İstanbul’da yaptığı karşılaşmaları ve Galatasaray maçlarını izliyorum. Beşiktaş maçlarını izlememin sebebi saha kenarındaki led panolarda dönen reklamlarımızı görmek; Galatasaray maçlarını ise “acaba bugün hangi beceriksiz forvet oynayacak ve ona özel nasıl hakaretler yağdırabilirim” yaklaşımı ile takip ediyorum.

Diagne bu konuda bana en büyük desteği veren oyuncu. Benim için, aldığı parayı fazlasıyla hak etti. Onun sayesinde kelimelere ve hakaret içeren cümlelere 50 takla attırmayı öğrendim. Beynimizin ne derece yaratıcı olduğunu anlamak için onu biraz zorlamak, tıkanıp kaldığı dar çerçeveden çıkarmak lazım. Mesele beni motive edecek kişiyi bulmakmış. Teşekkürler Diagne.

Yemek, yemek lazım

Yukardaki kelimeyi içinizden tekrarlayın; “YEMEK”. İsim, eylem, argo… Onlarca anlamı var. Bu tarzda kelimeler ile aram iyi değildir. Yemek yemek, yemek yapmak, yemek için çiğnemek, kazık yemek, parayı yemek, ceza yemek… Resmen dansöz bir kelime. Temel meseleyi kelimeye bağlamak mümkün değil. Tam kaypak bir kelime. Oysa ben tek bir anlam ile bütünleşmiş kelimelere bayılırım. Anlam iki katına çıkar, zihninizde kendisine yol bulur, başka kelimelere öncülük eder.

Bazı kelimeler ise bazı duyguların baskın hale gelmesiyle hayatımıza daha rahat girer ve girdiği zamanki anlamına bağlı kalır. Duygu ve düşünceler kelimeyi zihnimizdeki yeri kıpırdamayacak şekilde sabitler. Bazen keyifli bazen eziyet verici bir durum. Ancak karantina döneminde bu kelime maalesef dominant olarak “yiyecek yemek” eylemini temsil etti ve sanırım çoğumuz bunun hakkını fazlasıyla verdik.

Hiçbir şey bitmedi

Beslenmek kelimesini geçip, zevk-keyif durağına uğramadan doğrudan “tıkınmak” kelimesine doğru yol alan bir yolculuk… İlk başlarda sanki bir yıl boyunca eve hapsedilecekmiş gibi alışveriş yaptım. Her su içişimde suyun bana kaç gün yetebileceğini hesapladım. Sanki su bitince kimse başkasını getirmeyecek, susuzluktan kıvranacağım. Hiçbir şey bitmedi, açlık ve susuzluk çekmedim. Hatta gereksiz alışveriş, aynı zamanda israfa neden oldu. Bu nedenle buzdolabı ve market rafları arasında daha uyumlu bir trafik tercih etmeye başladım.

İsraf ve harcama azaldı. Soğuk havalar ve tembelliğin de etkisiyle spor yapmadığım için günlük 1500-2000 kalori sınırını sık sık aşarak kilo aldım. Oysa spor ve bol bol üzüntü ile 87 kilo ya kadar düşmüştüm. Üzüntü buharlaşıp, sporu zihnimde yapmaya başlayınca meydan göbeğimin kötü emellerine kaldı. Her zaman yayılmacı bir politikası vardı ve bunun için hiçbir fırsatı kaçırmadığını biliyorum. Vücudumun farklı bölgelerine saldırmaktan çekinmese de hiçbir zaman kontrolünü kaybetmediği bölge göbeğim. Kiloların resmen zafer tepesi.

Tek başıma yaşadığım için yemekleri tek kişilik yapmak konusunda oldukça tecrübeli hale geldim. Dolapta bozulmaya yakın malzemelere öncelik tanımayı öğrendim. Bozulma riski daha az gıdalara ağırlık verdim. Bulaşık makinesini kelimenin gerçek anlamı ile nasıl “full” yapacağımı öğrendim. Gıda konusunda ambalaj melesinin nasıl çevre kirliliğine neden olduğunu anladım. Tek kişi olmama rağmen çıkan çöp beni dehşete düşürdü. Evin etrafındaki hiç görmediğim lokantalar konusunda yorum yapabilecek hale geldim çünkü dışarıdan yemek istemek sık sık yaptığım bir şey halini aldı. Pakete bakarak birçok şeyi öğrenebileceğimi gördüm.

Parmak izi

Çin yemeği istediğim yerde paketi mutfakta çalışan kişinin yaptığını anlamak kolay. Sürekli fiş, ambalaj ve torba yağlı geliyor, üzerinde parmak izi oluyor. Yoğun saatlerinin düşündüğüm gibi 19.00-20.00 olmadığını, 22.00 civarı olduğunu anlıyorum. Çünkü 19-20’de istediğim paketler oldukça düzgün şekilde streç film ile sarılmış oluyor, 22’de ise açmakta zorlanacağım düzeyde sarmalamış halde… Örneğin tavuk siparişi verdiğim lokantada paketi yapan kişi ile tanışmaya karar verdim. Nasıl bir sorunu olduğunu, neler yaşadığını merak ediyorum. Paketi açamamam için onlarca zımbayı kâğıt torbaya tuttururken yüzünde oluşan tatmini bizzat görmem gerektiğini düşünüyorum.

Lokantaların çoğunun ciddi şekilde “standart” sorunu olduğunu gördüm. Aynı gün içinde dahi aynı siparişlerde farklı lezzet ve üslupta yemekler gelebiliyor. Kuryeleri isimleri ile tanıyorum ve hangisinin hızlı hangisinin sakin motosiklet kullandığını biliyorum. Mesela Mesut’un getirdiği fanta ve kolayı açmadan bekletiyorum. Çünkü o kadar sallanmış ki köpürüp dökülüyor. Aynı zamanda çorba istemiş isem mutlaka kabından sızdırmış oluyor. Ama Mesut işini çok seviyor ve her zaman bana ismim ile hitap ediyor.

Ben de o motor üstünde hayatını kazanan oğlum yaşındaki Mesut’u çok seviyorum. Defalarca tembih ettim, “bana siparişi hızlı getirme, sakin sakin gel” diye. Cevabı hep yüreğimi burkuyor, ” İsmail Abi daha çok servis, daha çok para demek. Para kazanmam lazım”. Tüm dualarım onun gibi motor üstündeki çocuklarla. Hava biraz kötü ise sipariş veremiyorum zaten…

Telefon hayatımıza fon

Hayatımızın prangası telefonlar üzerine de daha fazla düşünme fırsatım oldu. Böylece bazı kullanım alışkanlıklarımı değiştirdim. Telefonda oyun oynamayı seviyordum ve bunun bana iyi geldiğini düşünüyordum. Ancak asıl zaman çalan meselenin bu olduğunu ve beni aslında rahatlatmadığını zihnimin alt taraflarında, bilinç düzeyinde fark edemediğim ama hissettiğim değişikliklere neden olduğunu gördüm. Tam olarak ne demek istediğimi David Eagleman’ın, Incognito kitabını okuyunca anlayacaksınız. Sadece zaman çalmıyor, aynı şeyi sürekli tekrarladığınız için beyninizin içine resmen yerleşiyor. Binlerce kez aynı tipsiz adamı vurmak, aynı engel ile karşılaşmak feci bir girdap.

Artık telefonda hiç oyun yok. Sık sık sosyal medya kanallarında geriye gitmeye başladım. Bunu size de tavsiye ederim. 5 yıl önce hangi kafada olduğunuzu görmek feci eğlenceli. Mutlu ve heyecanlı günlerinizi tam tarihi ile görmek, o anlardaki yüz hatlarınıza yakından bakmak, tam da en derin yerinize bakmak gibi. Fotoğrafların çoğunda mutlu olmadığımı okumak çok zor değil. Beden dili okumayı kendi üzerimde yapmak çok keyifli oluyor. Zaten çok gülebilen birisi değilim. Bunun güzel yanı ise sahte gülüşlerimin olmaması.

Fotoğrafları temizledim. Daha önce fark etmediğim hesaplara baktım. Twitter kullanmadığım için kendimi tekrar haklı ve akıllı buldum. Bu platformda tüm küfürbaz kuşlar toplanmış. Sahte hesaplar arkasından nasıl sallıyorlar, inanmak zor. Sosyal medya kanallarının uzun süre önce “sosyal” olmaktan çıktığını ve fazlasıyla “pazarlama” kanalı olduğunu söylemiş ve yazmıştım ama aslında bireylerin bundan pek rahatsız olmadığını gördüm. Çünkü bireylerde bir nevi kendilerini pazarlıyor burada. Kişilerin neredeyse yüzde 90’ı çok güzel-yakışıklı, akıllı-zeki, entelektüel – eğitimli, kabadayı-cesur, arabesk-görmüş geçirmiş, dürüst-açık sözlü…

Reality Oriented Social Platform

Ancak gerçek hayatta o insanları bulamıyorum maalesef. Hayatım onları aramakla geçti. Mevcut durum aslında teknolojik yatırım düşünen kişilere bir fırsat işaret ediyor; “Reality Oriented Social Platform”. Ben adını böyle koydum ve bu konuda birkaç fikrim var. İlgilenenler varsa memnuniyetle anlatırım. Düşünsenize gerçek ile ilişkilendirilmiş sosyal platformlar! Asıl aksiyon orada olacaktır. Eğer Face ve Instagram’ın tahtını sarsmaz ise para istemiyorum!

Sonuç olarak “para” konusun girdiği her yerde olduğu gibi bu platformlarda asıl konudan fazlası ile uzaklaşmış durumda. Nilüfer Göle Hocanın yıllar önce yazdığı gibi ” Her şey gösterildiği kadar değerli olacak” tespiti önünde sürekli saygı ile eğiliyorum.

Her ne kadar bu cihaza pranga desem de onunla aranızdaki ilişkiyi düzenlemenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Hafta sonları telefonu çalışma masasının üzerinde bırakıyorum ve titreşimde duruyor. Yani sürekli elimde ve göz önünde değil. Bu beni biraz normale çevirdi. Hafta içi iş nedeniyle ondan kaçmak mümkün değil ama hafta sonu bunu yapmak lazım. İşi yapabilmek için biraz hayatı yaşamak gerekiyor sonuçta. Mevcut kullanım tarzımın “connected” değil, “integrated” olduğunu gördüm. Hayatı tamamıyla iş ile gölgelerseniz o zaman biraz makine oluyor insan. Yapmayın bunu kendinize.

İlişkiler – Aşk – Evlilik ve test

Sanırım böyle bir dönemde en büyük sınav bu üçlü üzerinde yoğunlaştı. Bunlara başka türde ilişki türlerini ekleyebilirsiniz. Sonuç olarak kısıtlamalar ve kısıtlamaların olmadığı yerde Corona korkusu insan temasını ya azalttı ya da artırdı. Resmen mekân – insan ilişkisi üzerine dev bir laboratuvar oldu dünya. Yıllar önce okuduğum değerli hocam Nuri Bilgin’in “Eşya ve İnsan” kitabını bu dönemde sık sık karıştırmış olmamın nedeni de bu olsa gerek.

İlişkiler Corona öncesi sahip oldukları rutini, zamanı, konforu ve kontrolü kaybetti. Sanki Corona şöyle buyurdu “Hadi göreyim ilişkilerinizi…” Önce kendimden başlayayım. Yalnız yaşadığım için bunun benim ve benim gibileri etkilemeyen bir dönem olduğunu düşünmeyin. Her ilişki türüne ağır etkileri olan bir durumun “ilişkisiz” kişileri es geçtiğini sanmayın. Tabi ki kafamdan şu anda geçen sayısız senaryonun büyük bir bölümünden muaf olmamın kıymetini anlamadığımı da düşünmeyin!

Corona döneminde yalnız olmanın en baştaki zorluğu yeni bir ilişkiye başlama olasılığının zayıflaması. Burada hepimizin zihninde ortak bir alan oluşturması için “ilişki” diyerek kastımın makul, olabildiği kadar masum, yalansız ve ahlak dışı unsur içermeyen bir tanım olduğunu söylemeliyim!

Kime kapris yapacağız

Nasıl yeni ilişkiye başlayacaksınız ki? Akşam 9’dan önce evde ol, hafta sonu da evde ol. Oldu mu bu şimdi? Hani iş çıkışında bir kahve ile başlayıp, öğle yemeği ve akşam yemeğine uzanan ritüel ne olacak? Ufak hediyeler, ufak terslikler, ani mutluluklar ve bir o kadar ani gelen huzursuzluklar nerede? Kime kapris yapacağız, hangi kaprislere katlanacağız? Yüzlerce parfümüm çakı gibi “etkileme” görevi için beklerken ben Pereja Kolonya ile onları aldattım. Bu dönemde en fazla konuştuğum kadın, alış-veriş yaptığım markette şarküteri reyonundaki Ayşe oldu. Ayşe’nin eti keserken ki ustalığı, kemikleri birbirinde ayırırken ki yüz ifadesi bana bir ilişki sinyali vermedi.

Telefon ve sosyal medya platformları ile temas mümkün ama temas sonrası ne olacak? Bunun üstüne evde ne kadar başka uğraşlar edinseniz de eski yaşanmışlıkların gelip sizi bulmakta zorlanmamaları eklenince çıkmaz sokağın sonuna kadar gelmiş tam yüklü bir TIR gibi oluyorsunuz. Ben TIR’ı o sokaklardan iki hareket ile çıkartanlardan değilim. Hatta unutup ilk TIR’ın arkasına bir ikincisini çekebilecek kadar kendime karşı acımasız olabilirim.

Faydaları da oluyor. Bu kadar uzun bir süre içinde topu hep auta atarak maçı idare edemiyorsunuz. Yani başkalarını suçlayarak geçirdiğiniz zaman bir süre sonra sizi de sıkmaya başlıyor. Bu sefer “hadi bir de kendi kaleme gol atayım” dediğiniz anda stadyumda büyük bir sessizlik oluyor. Sanki 90+5’te yediğiniz bir gol ile kaybedilen şampiyonluk gibi…

Peki ya evlilikler? Yeni evlenmiş değilseniz aynı evde uzun süre kapanmak oldukça büyük risk taşıyor. Hele ince bir ipliğe bağlı evlilikler! Bahçeşehir’de oturduğum evin duvarlarını her kim yaptı ise sanırım tüm apartmanın topluca sosyalleşmesi için ultra ses geçirgen yapmış. Üst katımda oturan çift beni hayattan kopma noktasına getirdi. Tam da boşandığım dönemde yaşadım bunları. Bazen yanlarına çıkıp konuşmak bile istedim. Fısıldamadıkları sürece her şey benim çalışma odamda, bana fon müziği oluyordu. Daha karantinanın ilk başlarında krizler başladı. En çok evdeki çocuğun ağlamaları beni yaralıyordu. Ağlamasında sadece çaresiz bir korku duyuyordum.

Kavgalar…

Anne babanın bağırmaları arasında o ağlayan çocuk bana tam bir dram sahnesi yaşattı. Yukarıya giderek her ikisini de tokatlayıp çocuğu alıp çıkmak istedim defalarca. Kavgaları evin çeşitli bölgelerinde başlayabiliyordu ama en çok mutfakta kavga ediyorlardı. Yaz aylarının başında bir iki eşya kırılması sesi ile de bu tartışmalar zirve yaptı. Kadın genellikle adamdan daha az bağırıyordu ama sözleri hançer gibiydi. Adam ise kadından o hançerleri yemek için elinden geleni yapıyor ve sonunda istediğini alıyordu. Adamın argümanları, onun gerçek hayatta oyunu kaybettiğini ve tartışmalar üzerinden “amorti” peşinde olduğunu işaret ediyordu. Ondan sonra tatile gittiler sanırım çünkü 1 ay ses çıkmadı.

Yaz sonu tekrar sesler geldiğinde artık sadece ayak sesleri vardı. Çocuğun ve kadının sesini hiç duymadım. Başlarına bir şey geldiğini sanmıyorum çünkü adam telefonda aynı kavgaları sürdürdü. Biliyorsunuz “amorti” ile zengin olamazsınız. Sanılanın aksine amorti sizin içinizdeki büyük ikramiyeyi kaçırmanın üzüntüsünü gidermek için verilmez. Büyük ikramiye peşinde koşmanız, onu kazanma isteğinizin bitmemesi için verilir. Adam kendini “amorti manyağı” yapmıştı.

Başka bir hayat yaşamak gibi

Kısacası bu dönem en çok evlilikleri sınava aldı. Umarım bu dönemi hasarsız geçirenler arasındasınızdır. Hasar aldığınızı düşünüyorsanız şimdi tüm süreci değerlendirme zamanı. Belki de bu süreçten pozitif bir sonuç çıkartabilirsiniz. Üzülmenize neden olan şey karşınızdaki kişi değil. Sizin içinizdeki şeyler. Aynayı iki taraflı kullanmaya başlamak lazım. Biraz kendinize çevirin ve sizi argümanlarınıza bağlayan, hatta onlara bağımlı yapan ipleri kopartın. Bırakın gemi limandan istediği tarafa akıp gitsin. İçinizdeki o beton gibi düşünceler ile aranızı düzelttiğiniz zaman üzüntü tutunacak ve beslenecek yer bulamıyor. Bu başka bir hayat yaşamak gibi. Bir nevi işletim sistemini değiştiriyorsunuz. Milan Kundera ne yazmıştı? “Yaşam Başka Yerde”…. Her şey gönlünüzce olsun…

KAYNAK: QBlog

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

SON EKLENEN HABERLER